Bu hafta 2011 yılı Kanada-Fransa ortak yapımı bir film izledim,
adı Ruh Eşim (Café de Flore)...
filmle beraber benim bünyede de önemli bir konu gündeme geldi;
adı Ruh Eşim (Café de Flore)...
filmle beraber benim bünyede de önemli bir konu gündeme geldi;
"sahip olma sorunsalı"..
nasıl mı? birbirine paralel ama birbirinden alakasız iki hikaye ile tam olarak şöyle:
ilki 1960'lı yıllarda, bir anne ve oğul arasında geçiyor...
kocası tarafından down sendromlu bir bebek doğurduğu için terk edilen bu kadın,
tüm hayatını oğluna adıyor...
derken, gün geliyor, oğlu sarışın küçük bir kıza aşık oluyor...
kadın, sahip olma olgusunu baskınca yaşadığından olsa gerek,
bu ikisini ayırmak için travmatik tepkiler veriyor...
çünkü oğlu giderse bağlanacak başka bir şeyi kalmıyor...
diğer hikaye ise günümüzde, bir kadın ve bir erkek arasında geçiyor..
çiftimiz henüz çocuk yaşlarda bir araya geliyor...
büyüyüp serpiliyor, evleniyor, iki güzel çocuk sonra.. falan filan..
her şey mükemmel görünüyor...
derken adam sarışın genç bir kadına kapılıveriyor...
eski kadın mutsuz.. kadın bunalım.. kadın kabuslar gören hep...
çünkü kadın hayatında başka bir adam tanımamış..
hayatını bu adamın etrafında öylesine döndürmüş ki,
onsuz bir hayat düşünememiş..
hiç sorgulamamış... o yokken ne yapar bilememiş...
birbirinden farklı dönemlerde geçen bu iki hikaye,
film boyunca "ruh eşi" kavramıyla, müziklerle ve araya giren sarışınlarla birbirine bağlanıyor...
ve filmin sonunda, anne oğlu, kadın ise eski kocasını azat ediyor...
anneyi bilmem ama eş olan kadın etmeli mi? emin değilim...
özetle;
bir tarafta, bir annenin çocuğuna karşı hissettiği sahiplik duygusu anlatılmış...
diğer tarafta, bir kadının eşine...
ben derim ki,
ilişki ister anne çocuk arasında olsun, ister kadınla erkek...
bağlılık duygusu her zaman olmalı...
ancak bağlılıkla bağımlılığı ayırt etmek gerekiyor bir yerde...
bir başkasına gerçekten ne kadar sahip olabiliriz sizce?
nasıl mı? birbirine paralel ama birbirinden alakasız iki hikaye ile tam olarak şöyle:
ilki 1960'lı yıllarda, bir anne ve oğul arasında geçiyor...
kocası tarafından down sendromlu bir bebek doğurduğu için terk edilen bu kadın,
tüm hayatını oğluna adıyor...
derken, gün geliyor, oğlu sarışın küçük bir kıza aşık oluyor...
kadın, sahip olma olgusunu baskınca yaşadığından olsa gerek,
bu ikisini ayırmak için travmatik tepkiler veriyor...
çünkü oğlu giderse bağlanacak başka bir şeyi kalmıyor...
diğer hikaye ise günümüzde, bir kadın ve bir erkek arasında geçiyor..
çiftimiz henüz çocuk yaşlarda bir araya geliyor...
büyüyüp serpiliyor, evleniyor, iki güzel çocuk sonra.. falan filan..
her şey mükemmel görünüyor...
derken adam sarışın genç bir kadına kapılıveriyor...
eski kadın mutsuz.. kadın bunalım.. kadın kabuslar gören hep...
çünkü kadın hayatında başka bir adam tanımamış..
hayatını bu adamın etrafında öylesine döndürmüş ki,
onsuz bir hayat düşünememiş..
hiç sorgulamamış... o yokken ne yapar bilememiş...
birbirinden farklı dönemlerde geçen bu iki hikaye,
film boyunca "ruh eşi" kavramıyla, müziklerle ve araya giren sarışınlarla birbirine bağlanıyor...
ve filmin sonunda, anne oğlu, kadın ise eski kocasını azat ediyor...
anneyi bilmem ama eş olan kadın etmeli mi? emin değilim...
özetle;
bir tarafta, bir annenin çocuğuna karşı hissettiği sahiplik duygusu anlatılmış...
diğer tarafta, bir kadının eşine...
ben derim ki,
ilişki ister anne çocuk arasında olsun, ister kadınla erkek...
bağlılık duygusu her zaman olmalı...
ancak bağlılıkla bağımlılığı ayırt etmek gerekiyor bir yerde...
bir başkasına gerçekten ne kadar sahip olabiliriz sizce?
No comments:
Post a Comment