okuduğumdan/izlediğimden bir şeyler öğrenmeyi, kendime katabilmeyi hep sevdim..
into the wild da benim için onlardan biri...
2007 yapım bu film, gerçekten alıntı bir hikayeyi anlatıyor...
zengin bir çocuk, diplomasını alıyor, ailesinin yüzüne bir güzel çarpıyor..
ve sahip olduğu her şeyden vazgeçip yollara düşüveriyor...
belirtmekte fayda var; buradaki "wild" pek öyle mecazi anlam içermiyor...
mutluluğu farklı şeylerde arayan bu çocuğun ilk psikolojisi şu:
You are wrong if you think that the joy of life comes principally from human relationships. God has placed it all around us. It s in everything. It s in anything we can experience. People just need to change the way they look at those things.
Şu cümleyi duyduktan sonra ister istemez etkileniyorsunuz..
iç ses harekete geçiyor, kendinizi sorguluyorsunuz...
eldeki problemler önemini yitiriyor..
belki insanlar da değerlerini..
mutluluk yönünü değiştiriyor..
özgürlük ayaklanıyor..
algınız başkalaşıyor..
gerçeklik kavramı boyut değiştiriyor..
ne isterseniz onu yapmaya hakkınız olduğunu fark ediyorsunuz..
ertesi gün işe gitmek/okula gitmek gereksiz,
bu zamana dek mücadele ettikleriniz ise anlamsız geliyor..
siz bir yandan filmin görsel büyüsüne kapılıp bir yandan da kendi iç sesinizle dertleşmeye devam ederken, bu çocukcağız i-na-nıl-maz özenilesi deneyimler yaşıyor...
lakin sevdiği her şeyi ardında bırakan bu çocuğun hikayesi şu cümleyle sonlanıyor:
happiness is only real when shared...
Yani film, bence, birbirine zıt iki mesaj veriyor...
Varın siz bu mesajlardan kendinize uygun olanı alın.
ancak benim kendime aldığım şu;
yüreğimizin götürdüğü yere gitmeye hepimizin hakkı var..
bize dayatılanı sorgulamaya..
farklı şeyler yapmaya..
özgürlüğü hissetmeye hepimizin ihtiyacı var...
genel geçere uymamak..
kendi mutluluğumuzu kovalamak..
bunların hepsi olabilir...
ama bence de -aynen mesajdaki gibi-
"mutluluk yalnızca paylaşıldığı zaman gerçektir"
insan dediğin başka bir insandan bağımsız olamıyor arkadaş..
No comments:
Post a Comment