Tuesday, October 16, 2012

Ganeşa!

okumayı... yazmayı... izlemeyi.. öğrenmeyi..
seven bi insanım vesselam...
bunun bende sonu yok.. 

şu sıralar hint mitolojisine sarmış durumdayım...
gerçek olduğuna inanamayacak kadar görsel,
bir o kadar da enteresan gelen konular var..
tuhaf ve güzel hislerden gelsin;
işte karşınızda, Tanrı Ganeşa!

sembol olarak yarı insan yarı fil, Ganeşa..
Hindu inancında bilgelik tarısını simgeliyor..
kocaman bir göbeği ve 4 kolu,
bunların her birinin ise anlamı var…

Ganeşa'nın;
göbeği hayattaki tüm acıların sindirebileceğini,
büyük fil kafası aklı,
büyük kulakları tüm duaları duyabileceğini,
bir elindeki balta engelleri yok edebileceğini,
diğer elindeki kamçı insanın Tanrı'ya bağlanmasını,
öne bakan üçüncü eli koruyuculuğu,
dördüncü elindeki lotus çiçeği ise insanın hayattaki amacının ruh evrimini tamamlamak olduğunu
ifade ediyor...

Ganeşa'nın bir diğer özelliği de kendisine göre ufacık tefecik bir fareye binmesi...
bu ise aklın cehalet karşısındaki üstünlüğünü gösteriyor...

Ganeşa'nın hayata gelişi Mumbai'de,
Eylül başında, 
10 günlük bir festival ile kutlanıyor..
Festival için çeşitli boylarda Ganeşa heykelleri hazırlanıyor.
Bu heykeller 5, 7 veya 9 gün evlerin en değerli köşelerinde bekletildikten sonra,
okyanusa bırakılıyor...
ve Ganeşa suya kavuşuyor...

sizce de enteresan değil mi?

Sunday, October 14, 2012

sahip olma sorunsalı...

Bu hafta 2011 yılı Kanada-Fransa ortak yapımı bir film izledim,
adı Ruh Eşim (Café de Flore)...
filmle beraber benim bünyede de önemli bir konu gündeme geldi;
"sahip olma sorunsalı"..
nasıl mı? birbirine paralel ama birbirinden alakasız iki hikaye ile tam olarak şöyle:

ilki 1960'lı yıllarda, bir anne ve oğul arasında geçiyor...
kocası tarafından down sendromlu bir bebek doğurduğu için terk edilen bu kadın,
tüm hayatını oğluna adıyor...
derken, gün geliyor, oğlu sarışın küçük bir kıza aşık oluyor...
kadın, sahip olma olgusunu baskınca yaşadığından olsa gerek,
bu ikisini ayırmak için travmatik tepkiler veriyor...
çünkü oğlu giderse bağlanacak başka bir şeyi kalmıyor...

diğer hikaye ise günümüzde, bir kadın ve bir erkek arasında geçiyor..
çiftimiz henüz çocuk yaşlarda bir araya geliyor...
büyüyüp serpiliyor, evleniyor, iki güzel çocuk sonra.. falan filan..
her şey mükemmel görünüyor...
derken adam sarışın genç bir kadına kapılıveriyor...
eski kadın mutsuz.. kadın bunalım.. kadın kabuslar gören hep...
çünkü kadın hayatında başka bir adam tanımamış..
hayatını bu adamın etrafında öylesine döndürmüş ki,
onsuz bir hayat düşünememiş..
hiç sorgulamamış... o yokken ne yapar bilememiş...

birbirinden farklı dönemlerde geçen bu iki hikaye,
film boyunca "ruh eşi" kavramıyla, müziklerle ve araya giren sarışınlarla birbirine bağlanıyor...
ve filmin sonunda, anne oğlu, kadın ise eski kocasını azat ediyor...
anneyi bilmem ama eş olan kadın etmeli mi? emin değilim...

özetle;
bir tarafta, bir annenin çocuğuna karşı hissettiği sahiplik duygusu anlatılmış...
diğer tarafta, bir kadının eşine...
ben derim ki,
ilişki ister anne çocuk arasında olsun, ister kadınla erkek...
bağlılık duygusu her zaman olmalı...
ancak bağlılıkla bağımlılığı ayırt etmek gerekiyor bir yerde...
bir başkasına gerçekten ne kadar sahip olabiliriz sizce?



kusur...

Vanessa Paradis'in aşağıdaki fotoğrafına bakarken düşündüm de;
ben kesinlikle kusur seviyorum...

Kıyıköy

diğer şehirleri bilmiyorum ama,
bu sene yaz oldukça uzun sürdü istanbul ve civarlarında...
ekim ortasında, yazdan kalan bu son havalarda,
biz de düştük Kıyıköy yollarına..

Kıyıköy Trakya'da, Karadeniz sahilinde, şirince bir ilçe...
İl olarak Kırklareli'ne bağlı...
ancak İstanbul'a yakınlığından olsa gerek (yaklaşık 170 km),
kendinize Kırklareli'ne kadar gitmiş gibi hissedemiyorsunuz :)

Kıyıköy'ün en çok nesini sevdin diye sorarsanız;
toprak yollarını derim hiç şüphesiz..
bu yoldan giderseniz biraz uzatmış oluyorsunuz,
ancak iki tarafı ağaç, kendi toprak yolda ilerlerken,
karşılaşabileceğiniz tek aracın oduncu arabası olması hissi güzel :)

bunun dışında; güzel manzaralı, bol tahta banklı bir mekanda,
köy kahvaltısı yapabilirsiniz.. tabi kahvaltı tabağından beklentiyi düşük tutmak şartıyla..
istanbulda alıştığınız korna ve insan sesinin yerini,
dalga sesi ve limandan kalkan balıkçı teknesi alıyor buralarda...

ara sokaklarda sayıca fazla olan erkek kahveleri dikkat çekiyor..
kadınlar genelde kapı önünde oturmayı tercih ediyor...
arka sokaklar heeep temiz çamaşır kokuyor..
bir de -kışa hazırlıktan olsa gerek-
bolca odun kesiliyor...

Kıyıköy'ü sevdiren diğer bir faktör insanları bence..
genç yaşlı, kadın erkek, herkes göz göze gelir gelmez selam veriyor...
"hoşgeldiniz" diyor..
sonra elinde büyükçe bir değnekle, yaşlı bir teyze yaklaşıyor..
"bu kıza kim kabahat ederse değneğim büyük ona göre" diyor..
kısaca Kıyıköy kendini sevdiriyor... :)
özellikle dönüp geldikten sonra...

İstanbul ve civarında oturup benim gibi ara sıra kaçma ihtiyacı hissedenler varsa;
beklentiyi düşük tutmalarını ekleyerek tavsiye ederim...




Sunday, October 7, 2012

No String Attached

Romantik komedi dediğimiz bir film türü vardır hani, 
kafayı boşaltmaya yarar...
ben bugün yorgun argın eve geldim... 
ne varsa akılda, koyayım kenara... ya da işte başka bir şeyler... diyerek... 
bu filmi izleyiverdim...

Filmin adı No String Attached..
Türkçeye Bağlanmak Yok şeklinde çevrilmiş...
Filmin genelinde bağlanma korkusu olan bir kadının ilişkiye bakışı,
ve bu bakışın zamanla nasıl değiştiği anlatılsa da;
ben bu filmin dersini belki filmin en kopuk,
ve en alakasız sahnesinden alıverdim:

“There are two ways to live your life. One is as though nothing is a miracle. The other is as though everything is a miracle.”

Yani, sanatçı bu eserinde diyor ki; 
Hayatı yaşamanın iki yolu vardır... Ya hiçbir şeyin mucize olmadığına inanmak... Ya da her şeyin mucize olduğuna... Ya elde edilenden asla memnun olmayarak yaşamak... Ya da en olağan ve belki en durağan şeyle bile dünyanın en mutlu, en huzurlu insanı olarak...

Aşağıdaki resme baktığımda ben sanatçının "ya da"lı kısmını tercih ediyorum pek tabi...
ve diyorum ki dostlar... mutlu olmak için bahane aramayın.. sadece sarılın... sıkı sıkı...

Tuesday, October 2, 2012

mevsim sonbahar

bir duygusallık...  bir sıkılganlık...
bir halsizlik.. ve de alınganlık...

havaların bir öyle bir böyle olması sonra...
bir kasvet bir karamsarlık..

eşik değerde tahammül seviyesi...
hiçbir şey yapmama isteği ...
sabah yataktan çıkmamak ya da işe gelmemek...
için anlamsız çırpınışlar...

hep iyi olacak değiliz ya,
bu ara bende mevsim sonbahar...